30 Temmuz 2012 Pazartesi

Geçmişten Bugüne Kürtaj

Sizlere, bugüne kadar hiç yazılmamış tarihsel olaylar ile kürtajı anlatan çok önemli bir yazıyı sunmak istiyoruz. Değerli hocalarımızdan Prof. Dr. M. Asım Karaömerlioğlu'nun makalesidir.

“Tüm dünyada olan ve insanlığın varoluşundan beri süren bir tartışma kürtaj. Dini, ahlaki, bilimsel, cinsel, ekonomik, nüfusbilim gibi boyutlarıyla hepimizin yaşamına bir şekilde dokunan; dini, etnik, sınıfsal farklılıklar gözetilmeden herkesi ilgilendiren bir konu. ( Halen Katolik Kilisesine bağlı ülkelerde biz de diretilen yasa modeli geçerlidir. Kilisenin dışında kalan entelektüel kesim, bu yasanın değiştirilmesi için senelerdir savaş vermekteler)


Türkiye'de Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan kürtaj tartışması 1983 yılında belirli kurallar dahilinde serbestleştirilince büyük ölçüde sonlandırıldı. Peki ya ondan önce :


NÜFUS ARTIŞI İÇİN YASAKLAR: Kürtaj meselesi aslına bakılırsa büyük ölçüde nüfusun artırılması, azaltılması bağlamında gündeme geldi. Birinci Dünya Savaşı sonrası hemen her yeri kasıp kavuran nüfus sorunu Türkiye için daha da yakıcı bir şekilde kendini dayatmıştı.
1911'den 1922'ye kadar süren süreçte Osmanlı nüfusu savaş, kıtlık, hastalık, mübadele, tehcir gibi nedenlerle neredeyse yüzde otuzlara varan oranlarda azalmıştı.

Atatürk gibi yeni siyasal rejimin önderleri açısından nüfus meselesi son derece merkezi bir yer işgal ediyordu. Nüfus büyük, zengin ve güçlü bir devlet olmanın birincil şartı gibi algılanmakta, Türk neslinin bekası için elzem görünmekteydi. Bu nedenle ilk elde 1927 yılında bir nüfus sayımı gerçekleştirildi. Çok çocuklu ailelere özendirici mali ve manevi teşvikler getirildi.


1938'de evlenme yaşı erkeklerde 17'ye, kadınlarda 15'e çekildi. Rejimin propaganda organlarında aile, çocuk, evlilik gibi kavramların artık devletin doğrudan ilgi alanına girdiği vurgulanıp bunların sadece ve sadece özel alanla sınırlandırılamayacağının altı çizildi.
Bu vesileyle devlet gebeliği önleyici alet ve ilaçların satılmasını önlediği gibi Osmanlı'dan beri olan kürtaj yasağını da perçinledi. Doğum kontrolü, kürtaj gibi konularda propaganda yapmak bile cezaya tabi hale geldi.


1 Mart 1926'da gündeme gelen 765 sayılı Ceza Yasası'ndaki Kasden Çocuk Düşürmek ve Düşürtmek Cürümleri bölümü "hayat ve vücut bütünlüğü hakkı" gerekçe gösterilerek ilaç ve alet kullanılarak çocuk düşürmeyi yasakladı.Kanunda bu bölümün ismi 1936'da Irkın Tümlüğü ve Sağlığı Aleyhine Cürümler biçiminde değiştirildi ve "..amaç çocuk düşürmenin önüne geçmek ve nesli korumak olduğuna göre.." gerekçesiyle tamamen faşist İtalya'dan esinlenerek revize edilip cezalar ağırlaştırıldı.


Kürtaj 1950'ler sonuna kadar basında hemen hemen hiç tartışılmadı. Daha çok ölümle sonuçlanan kürtajlara dair açılan mahkeme haberleri basında yer aldı.
Doğum kontrolü ve kürtaj gibi meselelerde asıl değişim 1960'lı yılların başlarından itibaren gerçekleşti. Bunun nedeni sağlık hizmetlerindeki gelişmelere paralel olarak çocuk ölümlerinin azalması sonucu nüfusun yılda yüzde iki civarında büyümesi ve nüfus artışının getireceği sosyal ve ekonomik problemlerden duyulan korkuydu.


İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika Brleşik Devletleri (ABD) önderliğinde azgelişmiş ülkelerin nüfusunun azaltılması politikalarının da küresel bazda nüfus meselesine bakış açısını değiştirdiği gözleniyordu.  Bu nedenle 1965 yılında kabul edilen Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ile nüfusu artırıcı politikalar terk edilerek, gebeliği önleyici alet ve ilaçların ithali, dağıtımı ve kullanımı yasak olmaktan çıkartıldı.

1974 : Türk Tabipleri Birliği başkanı Dr. Erdal Atabek devletin "tıbbi sosyo ekonomik ve moral değerlere dayanan kürtajı bir devlet hizmeti olarak saymak ve ücretsiz yapmak.." zorunda olduğunu vurguladı. Türk Tabipleri Birliği'nin doktorlar arasında yaptırdığı ankette yüzde 94'lük bir oranda kürtajın yasallaşması gerektiği dile getirildi.


Türkiye'de kürtaj yaptıran kadınların çok önemli bir bölümünü evli kadınlar oluşturmaktaydı.
Bir araştırmaya göre 1970'li yılların başında toplam 1.5 milyon doğum, 500 bin civarında da düşük olmaktaydı. 1979'da yapılan tahminlere göre yılda 500 bin düşük yapılmakta, bunlardan 25 bin civarinda kadın hayatını kaybetmekteydi. 1979 itibariyle dünyada 20 milyon kürtaj yapıldığı düşünülürse Türkiye'de bu rakamın yüzde 2'si gerçekleşmekteydi.

Türkiye nüfusunun o yıl itibariyle 43 milyonla dünya nüfusunun yüzde biri olduğu dikkate alınırsa kürtaj oranı dünya ortalamasının iki katı diye düşünülebilir.
1980'lerin sonlarında 500 bin düşük olduğu, her 100 doğuma karşı 26 isteyerek yapılan kürtaj olduğu söyleniyordu. Kürtajın yasak olması yüzünden her yıl 10 ila 15 bin kadın düşük yaparken hayatını kaybetmekte, en az bir o kadar kadın da sakat kalmaktaydı.


Bunun nedeni onbinlerce kadının sık sık "kibrit çöpü, sabun fitili, tavuk tüyü, ayakkabı cirişi, şiş, tığ, saç tokası, firkete, derece, çeşitli ilaç karışımlarından yapılan fitiller, bitki kökleri, fındık, patates, çivi, süpürge çöpü, sardunya çiçeği sapı, çıra, çöven kökü" gibi maddeler kullanarak ilkel metodlarla ve merdiven altı muayehanelerdeki gayri hijenik koşullarda adeta intihar edilircesine düşük yapmaya çalışmasıydı.


İşin traji komik yanı, kanunen yasak olmasına rağmen bu denli yaygın yapılan kürtaj yüzünden mahkemelere inanılmaz az sayıda vakanın intikal etmesiydi. 1969'da tahminen 270 bin vakanın sadece 19'u mahkemelere yansıyordu.  Füsun Önal, Müjde Ar gibi sanat dünyasının önde gelen isimleri magazin dergilerine verdikleri mülakatlardan dolayı kürtaj yapmaktan savcılıklara çağırılıp, ifadeleri alınabiliyordu!


Öte yandan, merdiven altına itilmek zorunda bırakılan bu yaygın pratiğin yarattığı korkunç bir kayıtdışı ekonomiden de söz etmek gerekiyor. Yasadışı yapılan kürtajlar haliyle pahalı yapılıyor, bugünkü parayla yüzmilyonlarca liralık bir kayıtdışı sektör oluşuyordu. İronik olan, kürtajın "kağıt üzerindeki" soyut yasadışılığı, "gerçek hayatta" somut cinayetlere ve soyguna yol açıyor, bu durumun gerçek bedelini de asıl yoksul halk kesimleri üstlenmek zorunda kalıyordu!
YASA KALKSIN: 1960'lar ve 1970'lerde kürtaja dair yoğun tartışmalar bir dizi somut yasal öneri ve girişimi beraberinde getirdi. 1971 Şubat'ında gerçekleşen Sağlık Şurası "bedava kürtaj" hakkını benimsedi. Aynı yılın Haziran'ında İçel Milletvekili Celal Kargılı kürtajın yasallaştırılması için kanun teklifi verdi.
Görüldüğü gibi kürtajın serbestleştirilmesine dair düşünce ve pratikler 12 Eylül 1980 askeri darbesinden önce gündeme geldi ancak darbe sonrasında bir ara bu meselenin yasal bir zemine çekilmesine yönelik ilgi arttı.
Konunun burada tartışıldığı 24 Nisan günü dışarıda "yüz milyonluk Türkiye" sloganı atan kişilere rastlandı ama nihayet 27 Mayıs 1983'de 2827 sayılı "Nüfus Planlaması Hakkında Kanun" yayınlandı ve aynı yılın Kasım başında Türkiye'de kürtaj belirli kurallar dahilinde uygulanmaya başlandı.
Bu konuda eğitimli personel bulunabilmesi ve hastanelerin duruma adaptasyonu oldukça uzun yıllar almıştır. 1980'lerde günlerce sıra beklemek sıkça yaşanan olaylardan biri olarak karşımıza çıkar. Yasada hak olmasına rağmen hastaneler bu konuda pek çok zorlaştırıcı pratikler sergilediler.
Uluslararası Nüfus Planlaması Federasyonu'nun (IPPF) 1994 yılında çıkardığı bir rapora göre, Türkiye ve Yunanistan Avrupa'da kürtajın en yaygın yapıldığı ülkelerdir!


GÜNÜMÜZDE: Başbakan Tayyip Erdoğan'in kürtaja yönelik tavrı aslında yıllar süren mücadeleye rağmen muhafazakar kesimde bu konuda fazla bir zihniyet değişikliği olmadığının göstergesidir.
Erdoğan'in ideolojik "hocası" Necmettin Erbakan başbakanlık yaptığı dönemde "kürtajın kadını rencide edeceğini," kadınların "asli görevinin çocuk bakmak" olduğunu söylemiştir.
En yaygın İslami mezheplerden Hanefi mezhebi dört aya kadar süre tanıyor. Bu süre Hambeli ve Şafi mezheplerinde bir ay olup, Maliki mezhebince kürtaj tamamen yasaktır.


PERSPEKTİF:  İslam dini kürtaj olayını cenin değil, anne perspektifinden değerlendiriyor. 1972 yılında Rabat'da IPPF tarafından toplanan konferansta değişik Müslüman ülkelerden 30 kadar din bilgini İslamiyet'de dört aya kadar kürtajın olabileceği konusunda genel olarak bir uzlaşma sağlamışlardır.
Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde bile çok çocuk vurgusu yaptığı biliniyor. Bunun nedeni de Türkiye nüfusunun da giderek yaşlanacağı ve nüfus artış hızının şimdiden azalmaya başlamasıdır.


Sosyal yapısı ağırlıklı olarak bir tarım toplumu olan eski Türkiye ile günümüz koşulları arasında doğurganlık açısından neredeyse taban tabana zıtlıklar mevcuttur. Tarım toplumlarında çok çocuk yapmak aileler için ekonomik rasyonalitesi olan bir olgudur. Çocuğun ana babaya masrafı yok denecek kadar azdır, çok çocuk ucuz emek demektir ve aynı zamanda geleneksel toplumlarda "arkası kuvvvetli" aile imajı için işlevseldir.


Oysa günümüz modern kent toplumlarında çocuk çok büyük bir masraf kapısı olduğu gibi, hemen hemen aileye ekonomik getirisi yok gibidir.  Bir ülkenin gücünün nüfusunda olduğu da yanılsamadır; bir dönem hızla artan nüfus daha sonra yaşlandığı zaman içinden çıkılması son derece güç sorunları gündeme getiriyor. Avrupa ve Japonya'nın durumları ortadadır. Üstelik çok nüfus dünya kaynaklarının hızla tükendiği bir dünyada küresel sorunlara da yol açıyor.


Nüfusun niceliği meselesini tam olarak görmezden gelmesek bile, asıl mesele nüfusun niteliğidir. Ulus devletlerin nüfusa ilişkin kısa dönemli siyasal kaygılarını bir tarafa bırakıp küresel ölçekte yeni ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmesi tüm dünyada yaşayan insan dahil bütün canlılar için son derece önemlidir. (MAK/BA) 

26 Temmuz 2012 Perşembe

Kadın Çalışmasın Ki Boşanmasın !

 Bu yazımızı iki gazete haberinin üzerine hazırladık ;
1-  Bir sertifika programı boşanmanın önüne gerçekten geçebilir mi?
2-  Boşanmalar kadının çalışma hayatına katılması yüzünden mi yaşanıyor?

Türkiye’de hızla artan boşanma oranlarına uzun zamandır değinmeye çalışıyoruz. Bekar ve Çocuklular Derneği olarak, birinci ilkemiz "Boşanmayı teşvik edici söylemlerde asla bulunmamak"tır. Ve boşanmış ve tek ebeveynli hayatların zorluklarınız yaşamış insanlar olarak, evliliklerin temel problemini anlamadan, tarafların sorun ve beklentileri belirlenmeden, boşanmaya gidilmesini doğru bulmuyoruz.
Bu anlamda evlilik terapilerinin devlet destekli bir hizmet olmasını da umut ediyoruz.

Çünkü biliyoruz ki, Türkiye’deki boşanma oranlarına katkı sağlayan en az 2, ortalama üç kere evlenip boşanmış kararsız çiftlerimiz mevcuttur. Bu çiftler psikolojik ve sosyolojik olarak evliliklerinin neden her seferinde bittiğini hiç irdelemeden, az biraz kalan sevgilerini tüketmek adına her seferinde geri döndüler.

Sevgi, aşk ve şefkat zor bulunan paha biçilmez bir hazinedir. Sadece evliliklerde değil, ebeveyn-çocuk ilişkisinde, bazılarında iş hayatında gözlemlenen bir var oluştur. En klasik olan kadın-erkek ilişkisine mal edilmiş olan sevgi-aşk-şefkat üçgenidir. Bu üçgendeki dengeyi bozan tarafın "Çalışan Kadın" olduğunu savunan bazı düşünceler var. Dayandırdıkları sebep ise kadının çalışma hayatına katılmış olması, ekonomik özgürlüğe sahip olması hatta hatta, tek başına yetecek kadar kazanması.

Bütün bu kazanılmış değerler kadına kendi özgür seçimini yapacak gücü elbette verir, ama bu böyle bile olsa, kadın sadece kendi iş gücüne güvenerek boşanmak ister mi? Ailesinin, akrabalarının, çocuklarının, dostlarının onayını desteğini almadan boşanma kararı alması mümkün olabilir mi ? Olsa bile bunun sayısı milyon mudur birkaç yüz mü?

Türkiye’de aslında evlilik ve boşanma hepimizi ilgilendiren bireysel konulardır. Ayşe boşanırken Fatma’ya sorar; Fatma dinler ve "eğer böyle daha mutlu olacaksan kardeşim" der ve karar ailece alınır.

Biz şunu söylüyoruz:
Evlilik anne babalarla başlayan bir saadet zinciri ise, boşanma da anne babaları kapsayan bir karar zinciridir. Yani çalışan kadın boşanmanın tek sorumlusu olamaz.

Sosyal hizmet konularında dünyaya örnek olan ve gerçek bir sosyal devlet olan ABD'de 30 milyondan fazla boşanmış çift var. Bu kadar ileri seviyede aile ve ilişki terapisi hizmeti veren, üstelik bu hizmetleri ücretsiz sağlayan bir ülkede nasıl oluyor da bu kadar çok boşanma olabiliyor diye kendimize sorduk. İşte farklı cevaplar: 

- Çünkü terapilerin ve aile danışmanlarının temel motivasyonu, kilise kanunlarını yaşatmaktır. Boşanmanın yasak olduğu bir kültürde boşanma desteklenemez elbet. Ama devlet bünyesinde evliliği kurtarma çalışmaları sonuna kadar denenir; fayda sağlamadığı noktada taraflar son kararlarını verirler.
- Çünkü boşanma da evlenme gibi bir durum değişikliğidir. Kişi bir kere bu durum değişikliğini yaşamayı kafasına koymuşsa yapacaktır. ABD’de ev, iş bulana kadar geçim maaşı, bedava kreş gibi yeni düzene maksimumda destek verildiği sürece taraflar önce boşanmayı sonra gerekirse yeniden denemeyi seçecektir.
- Ücretsiz olmasının sebebi, kısa süreli eğitimlerde sertifika alanların bu terapileri veriyor olması. Dolayısıyla entelektüel kesim akademik formasyonu olmadığı için bu grubu resmi saymıyor. Kullanmıyor. Zaten bu grup insanlar, Türkiye’de de aynı terapi imkânlarını en az kullananlar. Çünkü onlar biliyor. Bildiği bir konuyu duymasına gerek yok. Bu yüzden zaten boşanıyor.

Sonuçta bu programların hepsi toplumsal /bireysel faydayı amaçlayan uygulamalar. Türkiye’de de olmalı ve sadece bir iki şehir değil, bütün ülke bunlardan faydalanmalı. İnsanın kendisine veya ilişkisine objektif bir gözle bakması çok zor. Terapiler size bu pencereyi açmanızı sağlar. Kendi farkındalıklarınızı ve varsa kendi hatalarınızı görmenizi. 

Çünkü hepimiz onlar kadar sorumluyuz biten evliliklerde.

Temel konu; Türk insanının mutlu olmaya, huzurlu bir aile yapısı içinde çocuklarını büyütmeye, dileyen kadının çalışmaya hakkı olduğunu hatırlamamız olmalıdır.


 http://haber.mynet.com/evlilikleri-bitiren-kadinin-calismasiymis-642327-guncel/

24 Temmuz 2012 Salı

Çalışan Kadına Kreş Desteği Yeter Mi


“Kadın istihdamını arttırmak için devlet kreş paralarını ödeyecek.”
22 Temmuz tarihli gazete manşeti olan bu konu, özellikle de çalışan ve çalışmak zorunda olan kadınlarımız için önem derecesi yüksek bir haberdir.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından hazırlanan bu proje, Bechos olarak tohumlarını ekmeye başladığımız bebek projelerle paralel olduğu için tam destek vereceğimiz bir uygulama olacaktır. Umuyoruz bu ve benzeri projeler, sosyal devlet olma yolunda ülkemiz için önemli adımlar atılmasını sağlar.

Önce bu uygulamanın detaylarını inceleyelim :
1.      Kadının çalışıyor olması başvuru birinci şartı: Başvurular Soybis sistemi üzerinden yapılabilecek. Bu sistem bir çeşit gelir-ölçer modülü ile başvuranın uygunluğunu hesaplayacak. Bu değerlendirme 0-100 arasında puanlama ile sistem üzerinden yapılacak. Bu durumda işe girmek istemeniz yeterli olmayacak, işi bulmuş hatta başlamış olmanız gerekir.
2.      Puana göre yardım miktarı belirlenecek. Ama zaten çalışan kişinin geliri vergi ödemeleri ile devlete gittiğinden, örneğin 300TL'lik bir kreş harcamasının yarısını aslında devlet karşılıyor olacak.

      Uygulama da göz ardı edildiğini düşündüğümüz detaylara bakalım :
   1 Bu fiyatlara kreş bulunamayacağını yazıyı okuyan tüm anneler biliyordur. Bütün kayıtlı anaokul ve kreşlere kontenjan açılarak, burslu prensibi ile 300TL üst sınır belirlenmesi gerek. Aksi takdirde hepimiz değişen fiyat ortalamaları ile karşılaşır ve hedeflenen faydaya ulaşamayız. 

  2  Ücret sabitlense bile, ülkede'ki kreş sayısı talebe cevap verecek kadar değildir. Bu yüzden bu proje de kadın kooperatifleri aracılığı ile mahalle arası kreşler kurulması da planlanıyor. Peki bu kreşlerin fiziki şartları, hijyeni, çocukların bakımı, bakıcıların şefkatli ve sevgi dolu yaklaşımları nasıl temin edilecek.

           Kadın istihdamı ile ilgili bazı verilere göz atarak, iyileştirmeler nereden başlamalı ;
* TÜİK verilerine göre ülkemizdeki kadın istihdamı nüfusun %24'lük kısmı; yani yaklaşık 6.7 milyon kadın çalışma dünyasında yer alıyor. Fakat maalesef, bu rakamın sadece %52'si kayıtlı çalışan. Yani nerdeyse 3,5 milyon kadın kayıt dışı çalışıyor.

Bu durumda, çalıştığı halde çalışma durumunu beyan edemeyecek 3,5 milyon kadına kreş hakkı nasıl verilebilir?

Bu ülkede yapacak o kadar çok şey var ki. Ama sanki önce doğum kontrol planı ciddi anlamda empoze edilmeli. Bakılamayacak ocukların doğmasının önüne geçmeli. Kürtaj bir hak olarak kalmalı. Herkese iş hakkı verilebilmesi için sanayimiz geliştirilmeli. Tarım desteklenmeli. Annelerimiz eğitilmeli. Babalarımıza kadınları ve çocukları sevmek, korumak öğretilmeli. Kısacası ;

Bizim değişmemiz gerek. Sizin değişmeniz gerek. Beraber değişmemiz gerek. Başka türlü aydınlığa çıkmaz bu karanlıklar.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Çocuğunuzu Kötü Yetiştirmenin Yolları


Geçenlerde elimize bir kitap geçti. “Çocuğunuzu Kötü Yetiştirmenin Yolları”. Yazarı C. G. Salzman. Orijinal adı “Crab Book”. Eğer bir çocuğunuz varsa ya da çocuk sahibi olmayı düşünüyorsanız mutlaka okumanızı öneriyor Psikolog Manolya Özek.

Kitabın yazılmasına bir yengeç ailesi vesile olmuş. Şöyle ki:

Salzman sık sık babasıyla kırlarda yürüyüşe çıkarmış. Babası ona tabiattaki bütün canlıların bir ölçü ve denge ile hareket ettiklerini anlatırmış. Yine yürüyüşe çıktığı bir gün çakıl taşları arasında güneşlenen yengeçleri görmüş. Anne, baba ve yavru yengeçler şeklinde duruyorlarmış.
Salzman’ı fark eden baba yengeç, ters ters yürüyerek oradan uzaklaşmaya başlamış. Onu gören yavru yengeçler de babayı taklit ederek ters yürüyüşe geçmişler. Bu olayla birlikte, Salzman, daha çocuk yaşta şunu tespit etmiş: Çocuklar, anne ve babalarından gördükleri şeyleri taklit ediyor ve sonuçta onlara benziyorlar

 
Kitabın içinden bazı bölümleri aktarmak istiyoruz...

1.      Cesaretsiz ve Güvensiz Çocuk Yetiştirmenin Yolları
·         Çocuğunuzdan her şeyin en mükemmelini yapmasını isteyin.
·         Yaptığı her işte  mutlaka bir hata bulun ve bir daha hata yapması için onu uyarın.
·         Onu başarılı komşu ya da akraba çocukları ile kıyaslayın.
·         Herkesin önünde hatalarını yüzüne vurun, utandırın.
·         Çabalarını küçümseyin.

2.      Beceriksiz ve Pısırık Çocuk Yetiştirmenin Yolları
·         Yemeğini siz yedirin, elbisesini, ayakkabılarını siz giydirin.
·         Kendi başına iş yapmasına izin vermeyin.
·         Sizin yardımınız olmadan bir iş beceremeyeceğini söyleyin.

3.      Çocuğunuzu İnatçı Yapmanın Yolları
·         Çocuğunuzun her istediğini yerine getirin.
·         Onu oyuncak ve hediye yağmuruna tutun.
·         Hiçbir arzusunu geri çevirmeyin.
·         Her işi mutlaka bir ödül karşılığı yaptırın.

4.      Hayattan Bıkmış, Gayretsiz ve Enerjisiz Çocuk Yetiştirmenin Yolları

·         Çocuğunuza zorla ders çalıştırın.
·         Başına dikilip ödev yaptırın.
·         Zorla kitap okutun.
·         Yeteneklerine ve ilgileri olup olmadığına bakmadan onu sizin sevdiğiniz bir mesleğe yönlendirin.

Son zamanlarda hepimiz yeni nesil çocukların çok zor olduğunu söylüyoruz.
Çok çabuk sıkılıyor, hiçbir şeyden mutlu olmuyor, sorumluluk almıyor, zorlanmaktan nefret ediyorlar… Bu listeyi daha da uzatabiliriz . 


Eğer çocuklarınızda gerçek bir değişim istiyorsanız önce kendinizi değiştirmenizi öneriyorum sizlere...
Çocuğunuzu değiştirmeye çalışmayın.

Ayrıca küçük yaşların önemini sakın unutmayın. Asıl kişilik gelişimi 0-7 yaş döneminde olmakta. Bu dönemde çocuğunuzla yeteri kadar zaman geçirir ve ona sevginizi hissettirirseniz sağlıklı bir çocuk yetiştirme yolunda büyük bir adım atmış olursunuz.

Mutlu çocuklarla dolu bir ülkenin geleceği aydınlık olur…


( Psikolog Manolya Özek'in yazısından alınmıştır...)

19 Temmuz 2012 Perşembe

Baba, Oğul ve Kutsal Tavsiyeler - 1


Babaların belki de en gurur duyduğu anlardan biri, çocuklarının evlendiğini görmektir.
Bu evlilik, baba ve oğul arasında hep gizli konuşmalara neden olur. İşte bizim hikâyemiz de böyle bir baba-oğul konuşması üzerine.
Hikâyemizin gururlu babası, oğlunu düğünden önce mutfağa çağırmış. Aynı anda ocağa eşit büyüklükte üç kap koymuş. Hepsini suyla doldurup üçünün de altını yakmış. Ve oğluna dönerek:
"Şimdi, istediğim her şeyden iki tane vermeni istiyorum" demiş.
Sırasıyla havuç, yumurta ve kavrulmamış kahve çekirdeği... Ve hikâye tam da burada başlamış.


Oğlu hepsinden ikişer tane vermiş babasına. Adam iki havucu birinci kaba, iki yumurtayı ikinci kaba ve iki kavrulmamış kahve çekirdeğini üçüncü kaba koymuş.
Her üçünü de yirmi dakika süreyle kaynatmış. Daha sonra kapları indirip yemek masasına buyur etmiş oğlunu. Yemek masasında üç tabak duruyormuş.
Kaplarda kaynayan havuçları, yumurtaları ve kahve çekirdeklerini büyük bir özenle tabaklara yerleştirmiş.
Sonra oğluna dönüp sormuş: "Ne görüyorsun?"

Oğlu düşünürken açıklamaya başlamış.
"Havuçlar haşlandıkça aslını kaybedip yumuşamış. Yumurtalar görünüşte baştaki gibi sert duruyorlar ama içleri katılaşmış. Kahve taneleri ise olduğu gibi duruyor, başta neyseler sonunda da öyleler..."


Konuşma sırası babaya geçince, başlamış anlatmaya :


"Evlilikte Aşk ve Şefkat birlikte olmalıdır.
Aşksız
bir evlilikte her iki eş de şu gördüğün havuçlar gibi birbirlerini tüketir, eskitir, pörsütürler.

Şefkatsiz bir evlilikte ise eşler birbirlerine ne kadar tahammül etseler de, şu gördüğün yumurtalar gibi içten içe katılaşır, birbirlerinden uzaklaşırlar.
Aşkın da şefkatin de olduğu bir evlilikte ise, şartlar ne olursa olsun, eşler tıpkı şu kahve taneleri gibi, birbirlerinin yanında kalırlar, kendi kişiliklerini yitirmezler. Kahve tanelerinin tekrar kaynatılmaya hazır olmaları gibi, onlar da birbirleriyle başbaşa uzun yıllar geçirmeye isteklidirler.


Oğlu aldığı bu dersten memnun görünürken, baba tekrar konuşmuş: 
"Asıl ders bu değil!"
Oğlunun elinden tuttup, ocağın üzerinde bıraktığı kapların içinde kalan suları göstermiş.
"Havuçlardan ve yumurtalardan arta kalan suya bak...
İkisinde de bir tat yok."

Kahve çekirdeklerini çıkardığı kaptaki suyu yavaşça bir fincana boşaltmış. Mis gibi taze kahve kokuyormuş.
Fincanı oğluna uzatmış.
"İçmek istersin herhalde" demiş. Oğlu kahvesini yudumlarken konuşmasını sürdürmüş.

"Kahve çekirdekleri
gibi birbirlerini tüketmeyen eşlerin paylaştığı yuva da işte böyle olur.

Mis gibi, temiz ve huzur verici...
Herkesin fincanına koyup yudumlayacağı taze kahve gibi... Çünkü onlar birbirlerine Aşkla ve Şefkatle davranarak hayata kendi tatlarını, kokularını ve renklerini katmayı başarırlar."

Sizin evliliğiniz mükemmel gitmemiş olabilir, hatta bitmiş de olabilir. Tecrübelerinizle, siz de sizden sonraki nesillere, dostlarınıza her zaman iyimser ve inançlı örnekler vermeye gayret edin. Çünkü aslında AŞK varsa huzurlu, aşk dolu EVLİLİK'ler de muhakkak vardır. 

17 Temmuz 2012 Salı

Yaz Tatili Çocuklar İçin Ne Demektir


Unutmayın  TATİL’in  çocuklar tarafından anlamı ; rahatlama ve serbestliktir.

Uzun ve yorucu bir okul döneminden sonra nihayet beklenen tatil aylarına gelmiş bulunuyoruz. Sınavlar, dersler, erken kalkma zorunlulukları gibi birçok zorluğun geçici bir süreyle de olsa son bulduğu bir dönemdeyiz


Çocuklara tatil programı hazırlanırken onların
“ÇOCUK OLMAK ”la ilgili ihtiyaçları öncelikli olarak göz önünde bulundurulmalıdır. Bütün bir okul döneminden çıktıktan sonra yorgun oldukları ve tatilin onların enerjilerini yeniden kazanmaları için bir fırsat olduğu da unutulmamalıdır. 
Çocukların tatil boyunca neler yapacağını planlarken unutulmaması gereken konular şunlardır:

  • Kış boyunca yapamadıkları veya erteledikleri üzerine yoğunlaşın: Özellikle gitmek isteyip de gidemediğiniz bir gezi alanı, ailecek yapmak  isteyip de yapamadığınız bir aktivite varsa bunları yapmaya
özen gösterebilirsiniz. Beraber geçirdiğiniz zamanları arttırmaya özen gösterin.

•  5 Duyuya hitap eden oyunlar oynasınlar: Çocukların dünyayı ve çevreyi en iyi tanımalarının yolu 5 duyularını da kullanarak yaptıkları etkinliklerdir. Eski zamanlardan beri bu oyunların en zengin kaynağı “sokak”tır. Sokakta oynanan oyunlar yaratıcılığı, problem çözme becerisini, sosyal ilişkileri geliştirir. Bunu  deneyimlemesi için çocuğunuza imkan yaratmaya çalışın. (Sitenizin bahçesi, anneannesinin meyve bahçeli evi gibi..)

• Karnede zayıf not(lar) varsa bunların nedenlerini araştırın: Bütün bir sene geride kaldı. Karnesindeki –eğer varsa- zayıf nota şimdi kızmayın; çünkü artık değiştirebileceğiniz bir şey yok. Yapılacak en faydalı iş, bu dersin başarılamamış olmasının nedenlerini araştırmaktır.

• Kitap okumaya zaman ayırın: Çocuklar okul döneminde istedikleri kitapları okumaya zaman bulamayabilirler.
   Ayrıca okullarda zorunlu olarak okutulan kitapların her biri de onların ilgisini çekmeyebilir. Yaz tatili
   çocukların kitabı sevmelerini sağlamak için çok uygun bir dönemdir. Beraber kitapçıya gidin ve kendi
   isteğine uygun kitap seçmesine izin verin. Zevk aldığı kitabı okuyan çocuğun kitap okuma alışkanlığı
   gelişecek, böylece çocuğunuz okumaya daha istekli olacaktır.

• Spor yaptırın: Yaz boyunca imkanlarınız dahili’nde çocuğunuzun yüzme, tenis, basketbol gibi açık havada da yapabileceği bir spor yapmasını sağlayabilirsiniz. Spora ihtiyacı bedensel ve zihinseldir.

• Tatil demek sınırsız televizyon – bilgisayar demek değildir!: Çocukların ebeveynlerinden en büyük istekleri  tatil boyunca istedikleri kadar televizyon izlemek veya bilgisayar oynamak olabilir. Fakat unutulmamalıdır ki bunların kısıtlanması çocuğun okul dönemi ile ilgili değil genel gelişim ve dikkati için gereklidir. Bu nedenle de televizyon ve bilgisayar süreleri yine aşırıya kaçmadan kontrol altında devam ettirilmelidir.

• Düzenli olarak ders çalışmalı: Çocuklar yaz tatilinde günlerinin bir kısmını da okulla ilgili çalışmlara
   ayırmalıdırlar. Bunun süresi çocuğa göre değişmekle birlikte, dikkate alınması gereken nokta çok ağır bir program olmamasıdır. Anne babalar mümkün olduğunca bu çalışmaları eğlenceli hatta oyun gibi yapmaya özen göstermelidirler. Günlük programdaki çalışma bölümü çocuğun yapmak istediği aktivitelerden önceye konmalıdır. Böylece istediğini yapabilmek için ders çalışmayı bitirmek çocuk için bir motivasyon olacaktır.

Tüm çocuklara hareketli, eğlenceli, güzel bir yaz dileriz!


Alıntı ; Cemre Soysal, Klinik Psikolog DBE – Çocuk ve Genç Bölümü 

12 Temmuz 2012 Perşembe

Aşkın Adı: Ferayi - Bir Türkü Hikâyesi


Ferayi'dir Kızın Adı

Şu bizim Milâs, tarih boyunca iki uygarlığa başkentlik etmiştir. Halikarnassos'tan (Bodrum'dan) önce Karya Krallığına; daha sonra da Menteşe Beyliğine.

Menteşe beylerinden Yakup'un oğlu İlyas, av meraklısı, dağlar sevdalısıymış. Silahını omuzladığı gibi, dağlara düşermiş. O dağ senin, bu dağ benim. Hani, bizim Muğla'mızın dağları da dağdır ha. Adam, avcı olmasa bile aç kalmaz Muğla dağlarında. Mevsimine göre çıntar (mantar) toplar, közde kebap edip yer. Mersindi, çilekti, geyik elmasıydı, haruptu, incirdi; doyurur karnını.

Sözün akışını değiştirmeyelim; İlyas Bey'den anlatıyorduk: Bu İlyas Bey, bir ilkyaz günü Muğla dağlarında av ardında koşuyormuş. Göktepe dolaylarında olacak, dünya güzeli bir Yörük kızına rast gelmiş. Bilinir ki; Yörükler yazı yaylada, kışı yazıda (ovada) geçirirler. İlyas Bey; bu becene(ıssız) dağ başında bir güzeller güzeliyle karşılaşınca şaşırmış:

- İn misin, cin misin? diye sormuş İlyas bey.
- Ne in'im, ne cin! Sencileyin bir insanım.
- Peki, ne arıyorsun bu dağ başında?
- Kuzularımı, oğlaklarımı güderim. Ya sen?
- Ben mi? Av avlayıp kuş kuşlardım ki; bugün bahtım karşıma seni çıkardı. Adın ne senin?
- Ferayi.
- Ferayi. Ferayi. Ferayi...
- Benim Türkmen adımı Beyenmedin yalım "galiba"?
- Yoo. Çok Beyendim de, Beyendiğimden, düşürmem adını dilimden.
- Ya senin adın ne? Neyin nesi, kimin fesisin?
- Adım İlyas. Yakup beyin oğlu.
- Ooo. Beyimizin oğlu beyimiz onurlandırmış obamızın konduğu yerleri. Ne mutluluk canımıza. Hadi, çadırımıza buyur da, bir tas ayran sunayım sana. Açsındır, çökelek çıkarayım.

İlyas Bey, Ferayi'nin sunduğu çökeleği bazlamaya sarıp yemiş, tas tas ayran içmiş. Bir yandan da, Ferayi ile evlenmeyi kafasına koymuş, içini açmış:
- Benle evlenir misin Ferayi?
- Bunu anam-atamla konuşman gerek bey..

İlyas Bey dönmüş Milas'a. Anasına iletmiş kararını:
- Ana can, hep, benim evlenmemi ister durursun değil mi?
- Hemde nasıl! Hayrola, buldun mu yoksa gönlünün sultanını?
- Buldum ana. Senden dileğim odur ki; dileğimi bey babama açasın.
- Olur oğul. Kim ki gelinimiz olacak kız?
- Göktepe'de oba kurmuş Yörük kızı Ferayi.

Yakup bey, adamlarından birkaçını yanına alıp, varmış, Ferayi'nin obasına. Hoş-beşten sonra da çıkarınış ağzında baklayı:
- Gelişimiz şundandır ki; diye söze başlamış... "Bahçenizdeki gülü dermeye geldik, sizinle kardeşlik olmaya geldik... Oğlum bir Beyenmiş Ferayi'yi, ben iki Beyendim..."

Bey bu, sözü buyruktur. Ferayi'nin babası da mırın-kırın etmemiş:
- Civan oğlun İlyas'a kız vermek, obamıza şan verir, demiş.

Düğün hazırlıklarına tezelden başlanması kararlaştırıldıktan sonra konuklar daha oturmamışlar. Muştuyu İlyas'a ve halka vermek için, Milâs'a doğru yola koyulmuşlar.

Onlar obadan uzaklaşırken, Ferayi'nin ağabeyi Mıstık dönmüş sürüyü yaylatmaktan. Neler olup bittiğini sormuş babasına. Babası:
- Obamızın başına devlet kuşu kondu oğul! diye girmiş söze; "Yakup Beyoğlu İlyas Bey, bacın Ferayi'ye gönül koymuş ki; babası Ferayi'yi istemeye gelmiş..."

Mıstık:
- O İlyas olacak beyoğlu Ferayi'yi nerde görmüş? demiş ve "Anlaşılan Ferayi onunla yavuklanmadan (nişanlanmadan) görüşmüş. Ben bunu ar ederim. İlyas kendine başka kısmet arasın" diye eklemiş. Nice ısrar etmişlerse de, "nal" demiş, "mıh" dememiş Mıstık.

- Ferayi, bakmış ki başka yol yok; haber salmış İlyas Bey'e:
"- Beni falan gün Kanlı Kapuz'un (kanyonun) ağzında bekle. Ben çeyizimi sarı mayaya (dişi deveye) yükler gelirim. Ordan da kaçarız birlikte..." İlyas Bey, atlamış atına, kavil (buluşma) yerine doğru yola düzülmüş.
Gelin görün ki; Mıstık sezmiş olan biteni. İzlemiş Ferayi'yi. Kanlı Kapuz'un başında yakalamış. "Demek İlyas'la kaçacaksın ha?" diyerek, çekmiş bıçağını, delik-deşik etmiş biricik bacısını. Sonra da kendini, kapusun kara derinliklerine atmış. İlyas bey kavil yerinde, çeyiz yüklü sarı mayayı başıboş görünce, yüreği ağzına gelmiş. Az sonra da Ferayi'nin, al kanlar içindeki ölüsünü bulmuş. Bunun üzerine İlyas Bey ne yapmış, bilmiyoruz. Bildiğimiz bir şey var: Halk usta, bu acılı öyküyü türküleştirmiş, dünya durdukça çığrılsın; sevenlerin arasına kimse girmesin diye:

"Ferayidir gızın adı Ferayi de yandım aman
Esmer yarim de aman da Ferayi
Türkmen de gızı, katarlamış mayayı of yandım aman
Esmer yarim de aman da mayayı
Ninni ninna, ninni ninnana, nininih, ninaynam
Aman da aman Ferayi

Demirciler demir döğer, tuncolur öf yandım aman
Esmer yarim de aman da tuncolur
Sevip sevip ayrılması, gücolur öf yandım aman
Esmer yarim de aman da gücolur "

Kaynak:
Ahmet Günday; Notaları ile Halk Türküleri
ve Türkü Hikâyeleri, Nisan 1977.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Sert Rüzgarlara Karşı Yalnız Bir Baba

Eğer bir Kadın aşağıdaki nedenlerden dolayı kocasını terk ederse; 
-        Büyük bir ailenin sorumluluğunu tek başına yüklendiğini fark ettiğinde mi?
-        Sevdiği adamın yüreğinin, aklının başka bir yerde olduğunu öğrendiğinde mi?

Erkek terk edildikten sonra muhtemelen şunları hisseder:
-        Bir gün mutlaka eşinin geri geleceğini
-        Hatalı olduğunu ve pişmanlık duyduğunu
-        Çocuklarla tek başına bir yaşamı asla kuramayacağını
-        Ve belki de bir daha asla eskisi gibi sevemeyeceğini


Yeni bir Fransız filmi var bahsedeceğimiz.
"Des Vents Contraires"
"Against Wind"
"Sert Rüzgarlar"

Fransız sinemasının beğenilen olumlu tarafları ile her zaman eleştirilen olumsuz taraflarını bir arada görebileceğiniz gerçek hayat filmi.



Filmimiz hararetle tartışan bir çiftle perdelerini açıyor. Çiftin adı, Paul ve Sarah Anderen.
Paul romanını bitirmeye çalışan bir yazardır; dolayısı ile sakin bir ortamda yoğunlaşmaya ihtiyacı vardır. Sarah ise tam zamanlı çalışan ve evin geçimini sağlayan bir doktor.

Bu çiftin iki de çocuğu vardır. Meslek sadakati ile annelik sorumlulukları altında doğa üstü bir mücadele veren Sarah artık kendini tükenmiş hisseder. Çocuklarına vakit ayırması, onları okula götürüp getirmesi, bir parça sorumluluk alması için Paul’den sürekli talepte bulunur. Ama hiçbir zaman olumlu bir geri dönüş alamaz. Bencil ve sorumsuz bu insan hayatında kaldığı sürece, beklentilerinin bitemeyeceğini ve sürekli mutsuz olacağını anlayan Sarah kocasını terk eder. Çocuklarını babalarına bırakır.

Aradan bir yıl geçer. Paul hayatının odağını kaybetmiştir. Sarah’nın geri döneceği umudu ile yaşamı beklemeye almış ama çocukların varlığı ile ilerlemek zorunda kalmıştır. Dostları ve akrabalarının yardımı ile kendisi ve çocukları için yeni bir hayat kurmayı dener. Ama bu Paul için hiç de kolay olmayacaktır.  

Hayatın içinden birebir alınıp karşımıza getirilmiş gibi duran bu öykü, gerçekçiliğin tek başına bir filmde ne kadar başarılı olabileceğini kanıtlıyor sanki. İzlerken hepimiz olayları, konuşmaları onaylıyoruz sanki. Kadınsak kendimizi Sarah, erkeksek kendimizi Paul gibi hissediyor ve üzüntülerini yüreğimize transfer ediyoruz."

Psikologlar, aile ilişkilerinde tek taraflı hata ya da suçlu aramazlar. Haklı haksız da yoktur aslında. Dengeler vardır. Eşitlik kuramı her anlamda yer almalıdır. Sevgi, düzen, sorumluluk, tolerans, hoşgörü. Bunları nereye kadar tek taraftan besleyebileceğinizi bilmeniz gerek.

“Bu filmde çok eşitlikçi bir anlatım var aslında. Bunun dışında filmde yer alan; mutsuz ağabey, Arap kökenli talihsiz baba, seks peşindeki öğrenci kızdan bunalmış polis memurları çok başarılı biçimde bu çiftin dramına dahil oluyor."

Anlatılmaz bir kederin, yoğun bir matem duygusunun içinden süzülerek bizlere sunulan bu filmi mutlaka izlemelisiniz diyoruz. 

(Bazı cümleler Atilla Dorsay makalesinden alınmıştır ) 

6 Temmuz 2012 Cuma

Bütün Babaların Erkek Olması Bir Tesadüf Mü?


“Hep derler ya, her bebek biriciktir, hiçbiri birbirine benzemez diye. Bu lafı hiç anlamam. Çünkü bunların hepsi aynı şeyleri yaparlar: Kol bacak sallama, meme, kaka, çiş. Kimi sarılık, bazısı kolik, alerjik; bu mudur yani her bebeği biricik yapan? Biyoloji üç aşağı beş yukarı aynı inşaatı yapar. Çevre, hısım akraba, anne-babanın cins cins olmasıdır bebekleri ayıran.

Anne-baba içinde de çok çeşit olan "babadır". Kimi bebeğinin yüzüne bakmaz. Kiminin bir emzirmediği kalır. Kimisinin de üzerine oturmaz bir türlü. Tutamaz, avutamaz, oynayamaz. Çabalar. Olmaz bir şekil.
Ya anne? İlkinde bile yüz yıllık anne edası yapışıverir pek çoğuna. Baba dokunmaya tırsarken anne her an akrobasiye başlayacakmış gibi durur. Anneler çok çalışır, sürünür, tiksindiği akrabalarına, komşularına muhtaç kalabilir, uykusuzluk çeker, kendine bakmayı unutur. Ama hep başroldedir. Erkek ise direktir ancak (Bu konuya geleceğim).

Babaların hepsinin erkek olması tesadüf değil tabii ki. Problem burada başlıyor. Ben, erkekliğin müstakil bir durum olduğundan çok emin değilim. İmalatı yarım kalmış sanki. Dört yaşında birer kız ve erkek çocuğu tasavvur edin. Kız, oyuncaklarıyla bir hayat simülasyonuna dalmışken oğlan elindeki arabayı saçma sapan sesler çıkararak sürer. Büyürken de böyle gider bu. Ortaokulda kızlar gelişimini hemen hemen tamamlamışken erkekler ‘kale benim’ filan oynar.

Hem erkeklik ha bire olunan bir şeydir. Çoğu gazdır. Sünnet, askerlik, evlenmek, iş yahut çocuk sahibi olmak. Bu aşamaların hepsinde bir daha “Hadi erkek oldun artık”tır. Ne artıksa artık. Hep bir beş yaş zekâsına hitap etme hâli de hediyesi.
Bu tekrar tekrar erkek oluşlar içerisinde babalık en hüzünlüsüdür. Erkeğin biyoloji başta olmak üzere pek çok konudaki acizliğinin deklarasyonudur. Eşitsizlik prodüksiyon aşamasında başlar. Kadının bir tek yumurtasına karşılık olarak gönderilen iki yüz milyon sperm çöp yolunda gayet onur kırıcı bir muamele görür. Hamilelikte? Hormonal dengesi bozulmuş ve her türlü kaprise açık anne adayı, içinde bir canlı büyütürken baba adayına düşen ona kesintisiz iyi davranmaktır. Doğum geldi, biter mi? Sütün birinci kaynağı moral. Hormonlar da hâlâ aktif. Sıkıysa uluorta fikirlerinizi söyleyin bakalım. Eş-dost, hısım-akraba? Kesintisiz bir anne kayırma çabası. Herkes dönüp aynı şakayı bulacak kadar yaratıcıdır:
“Ay inşallah annesine benzer.” Babaya da tembih kalır: “Artık şuna şuna dikkat etmen lazım.” Ya bebek?
Haşmetmeap doğduğu zaman sehpa ile babası arasında minör farklar görür. Sen 9 ay özlemle bekle, kapris çek, sakalını süpürge et; sonra kapıdan her girdiğinde yeni birisi sansın seni.
Bir baba çocuk büyütürken temel olarak ‘işlevsiz empati sendromu’ ile mustariptir. Şöyle ki çocuğuyla değil kendi çocukluğuyla empati kurar. “Benim bu yaştaki halim bu durumda böyle yapardı” diye külliyen irrasyonel bir yöntem benimser. Misal gider alır bir elektrikli araba, oturtur çocuğunu içine. Çocuğun umurunda değildir. Zevk alsın diye yırtınır. Çocuğun umurunda değildir. Seksen türlü şaklabanlık yapar olayın cazibesini tarif için. Çocuğun umurunda değildir. Bittabii empati bu şekil olunca hayatı boyunca çocuğuna yabancı kalması da kaçınılmaz olur.
‘Baba’ diye çağrılan insan genel olarak o ortaokulda ‘kale benim’ oynayan adamın hayal kırıklıklarıyla yontulmuş formudur. Anne çocuğun işbirlikçisidir, sırdaşıdır. Ne olup bittiğini bilen, çekip çevirendir. Ne hikmetse kutsaldır. Baba ise en fazla bir korkutma unsurudur. Bir de direktir. Evin direğidir. Ama evi dişi kuş yaptığı için direği de o dikmiştir sonuçta. Direk olduğu için evde olup biten pek bir şeyin farkında değildir. Zaman zaman hırçınlaşır, meşrebine göre şiddet de uygular. Ama her şeyi en son o duyar. Ya da hiç duymaz.
Hayatın erken bir formu…
Hayatımda en çok babayla bir arada 28 günlük şan ve şerefle dolu askerlik hayatımda kaldım. Koğuş denilen bir hangarda 400 erkek bir arada yatıyorduk. Bunların en az yarısı babaydı. Ve neredeyse tamamı kendisine bakmaktan acizdi. Yedi çocuklu bir tanesi ayaklarını tütün kolonyasıyla yıkıyordu. Böylesinin daha hijyenik, temiz ve ‘güzel’ kokulu olduğuna karar vermişti. Özellikle gece oluşan koku ve ses durumu kâbustu. Pek çoğuna önce annesi bakmış, sonra da karısı. Hiç kendilerine bakmaları gerekmemişti ki… Bana da ayakkabı bağlamanın yahut yatak düzeltmenin 30 ila 50 yaş adamlara nasıl olup da 2’şer saatlik eğitim konuları olabildiğini anlamaya çalışmak kalmıştı.

Velhasıl, sözüm kadınlara. Bu bütün anneler kutsaldır gazına gelmeyin lütfen. Bütün anneler kutsalsa N.Ç.’ye tecavüz eden erkânı, Kenan Evren ’i yahut Julio Iglesias’ı tavuklar mı yumurtlamıştır? Yumurta demişken, sperm/yumurta asimetrisini unutmayın. Eşlerinize, sevgililerinize kızdığınızda biraz daha düşünün. Birçok irrasyonel durumda devreye sokabileceğiniz hayvan sevgisi, anlayış çıtanızı yükseltecektir. Bizlerin hayatın erken bir formu olduğumuzu, sizin unuttuğunuz detayları öğrenmeye çalıştığımızı unutmayın. Erkek milletinin nihai çabası kendisini size ve topluma beğendirmeye çalışmaktan ibarettir. “

Bir Metin Solmaz yazısı, babaolmak.com'dan alınmıştır. 

3 Temmuz 2012 Salı

Boşanma Bulaşıcı Mıdır?

Yaşamımız boyunca pek çok şeyden etkileniriz. Arkadaşlarımızdan, akrabalarımızdan, yaşadığımız çevreden ve bu çevrenin baskın kültüründen...
Kimimiz sigaraya arkadaşı yüzünden başlar. Kimimiz tuttuğu takımı babası için değiştir. Ama iş, evliliğe ya da boşanmaya geldiğinde en çok çevremizdir bizi etkileyen. 


Peki bu etki, boşanmayı "bulaşıcı" mı yapar?

Amerika'daki Brown Üniversitesi'nde 32 yıl boyunca "boşanma" konulu araştırmalar yapan Psikolog Rose McDermott, yakın bir arkadaşı veya akrabası boşanan çiftlerin ayrılma ihtimallerinin yüzde 75 arttığını açıkladı.

Peki neden?

Çünkü; boşanan insanlar, evliliklerinin veya eski eşlerinin hep olumsuz yönlerini hatırlar. Ayrıca boşanan insanlar, nasihat, öğüt ve önerilerinde kendi yaşadıklarından çıkardıkları tecrübeleri daha fazla aktarır. Aldatılanın, güven noktasını; şiddet görenin öfkesizliği; ilgisiz kalanın ilgiyi ön plana koyması gibi.

Yani kim neden ayrılmışsa ona yönelik telkinde bulunması yüksektir. Bu durumda boşanan kişiler, arkadaşlarına veya akrabalarına farkında olmadan karşı cinse olan güvensizliklerini ve evlilik kurumuna olan inançsızlıklarını aktarırlar.

Temel sorun, boşanan kişinin durumunu ve yaşadıklarını genellemesidir. Her erkek ya da her kadının aynı duygu ve olayları yaşayacakmış gibi aktarmasıdır.
Maalesef bu genellemeleri duyarak büyüyen  insanların etki altında kalma oranı yüzde 75 civarındadır.

UNUTMAYIN;
HER EVLİLİK KENDİ ÖZELİNİ, KENDİ GÜZELİNİ YAŞAR. HERKES SİZİNLE AYNI OLSAYDI, “DİĞERLERİ” DİYE BİR KAVRAM OLMAZDI. SİZ KENDİ DURUMUNUZU BELİRLEYEBİLİRSİNİZ AMA BAŞKALARINI ETKİLEMEMELİSİNİZ!

Türkiye'de Etki’nin İstatistiği :
Boşanmış kadınların yüzde 53,56'sının, erkeklerin ise yüzde 52,86'sının kardeşi boşanmış. Bu veri, 1. derecedeki akrabaların model olma ve etkileme oranının % 50'nin üzerinde olduğunu gösteriyor. O halde, boşanma kararının sadece iki kişiyi değil, genetiğine işlenecek 2-3 kuşağı etkilediğini söyleyebiliriz.
 
Başka bir araştırma; boşanan kadınların yüzde 36,4'ünün, erkeklerin ise yüzde 25,8'inin ailesinde boşanmalar olduğunu gösteriyor. Bu araştırma sonucunda "Daha önce ailede olan boşanmaların diğer boşanmalar için örnek teşkil ettiği" söylenebilir

Dolayısıyla boşanma aslında bulaşıcı bir toplumsal durumdur.

Vicdan ve Boşanma
: “Birebir çalıştığım üç kuşak boşanmış ailelerde, boşanma -sevgiliden ayrılma kadar basite indirgenebilinirken, boşanmayı bir rest çekiş, varoluşunun kanıtı olarak da algılayabiliyorlar. Ama en kötüsü, boşanan annesine rağmen evliliğini yürütmeye çalışmanın anneye veya kardeşlerine karşı büyük bir haksızlık duygusu yaşaması ve tercihi aile ile evliliği arasında yapma durumudur.

Boşanma bir toplum sorunu ise, bunu değiştirmek bizim elimizde:
* Evliliklerinizin kötü sahnelerini unutun ve sadece güzel olanlara yoğunlaşın. Kendinizle, eski eşinizle barışın.
* Başkasının geleceğini yönlendirmek yerine, kendi geleceğinizi mutluluk üzerine kurun.
* Siz başka bir evliliğin, analiz veya tanı merkezi olamazsınız. Gençlere kendi kötü hikâyenizi anlatarak evlilikleri aynılaştırmaktan vazgeçin.
* Her evlilik son ana kadar kurtarılmayı hak eder. Bunun için çiftleri terapistlere yönlendirin; komşu teyzelere, amcalara değil.
*Çocuklarınıza evliliği ya da babalarını/annelerini kötülemeyi bırakın. Ve ilk evlenme sebebinizi hatırlayarak, onlara kutsal olan değerleri anlatın.
*Eski kötü hikâyeler anlatarak, çaresizi oynamayın. Yoksa çocuğunuzun saygısını ve otorite gücünüzü kaybederseniz.  
*Ünlü şahsiyetlerin rahatça boşanması veya evlenmesi haberlerinden etkilenmeyin. Unutmayın orası
“Gösteri Dünyası”.

Aile her çocuğun tanıdığı ilk kutsal topraklardır.
Sevgi, inanç, destek, koruma ve beraber bir yaşam bu kutsallığın beslendiği duygulardır. Eğer bunları yaşatmazsak, çocuklarımıza kendi kaderlerimiz gibi bir yaşam çizmeye çalışırsak, toplumlarda boşanma oranı %200 artar ve evli çift diye bir şey kalmaz.

BOŞANMA bir özgürlük değildir.
EVLİLİK bir durum, BOŞANMA bir durum değişikliğidir.

DURUMLAR insanlara göre değişir. Özgürlük, insanın kendi durumunu sizden, komşudan, akrabalardan bağımsız yaşamasıdır.


Alıntılar Psk. Dan. Serhat Yabancı'nın yazısından alınmıştır. 


2 Temmuz 2012 Pazartesi

"Çocuk Gelinler"


 
Uluslararası anlaşmalara, sözleşmelere ve evrensel kurum anlayışlarına göre 18 yaşın altında yapılan her evliliğe Çocuk Evliliği, 18 yaşın altında evlenen her kıza Çocuk Gelin denmektedir.

Kız çocuklarının erken yaşta evlenmelerinin başlıca sebepleri arasında, geçim sıkıntısı, aile içi cinsel saldırı, evlilik dışı gebelik ve geleneksel yaşayışta hâkim olan kocaya itaatin erken yaşta tesis edilmesi gerektiği anlayışı sayılabilir.

Ancak bunların arasında en ağır basanı yoksulluktur.

Az gelişmiş ülkelerdeki yoksul aileler, hanelerinin yoksulluğunu azaltmak için arkadaşlarıyla oyun oynayacak yaşlardaki kız çocuklarını, babası hatta dedesi yaştaki adamlarla evlendirmektedir.
Pek çok kez, bu çocuklar, yaşlı adamların ikinci veya üçüncü eşi olmaktadır.
10’lu yaşlardaki kızlarımız, birkaç bin liralık başlık paraları karşılığında 40’lı, 50’li, 60’lı ve hatta 70’li yaşlardaki erkeklerle evlendirilmektedir.

Kızların evlendirilmek üzere okuldan alınması, geleneksel anlayışta olağan karşılanmaktadır. Geleneksel ailede, kızın kendini korumayacak yaşta ve cahil olarak evlendirilmesi durumunda, evlilik sonrasında eşi tarafından şiddete maruz kalabileceği ihtimali düşünülmemekte, kız çocuğu, ailesi tarafından kocaya bağımlı bir hayata hapsedilmektedir.

Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından yapılan Nüfus ve Sağlık Araştırmaları’na göre, Türkiye’deki kızlarda evlenme yaşı 12’ye kadar düşmektedir.

- 15-19 yaş aralığında kızlarda evlenme oranı İsveç’te yüzde 0.4, Kanada’da yüzde 0.6, Fransa’da yüzde 0.6, Finlandiya’da yüzde 0.6, Japonya’da yüzde 0.7, Almanya’da yüzde 1.2, Belçika’da yüzde 1.6, İngiltere’de yüzde 1.7, İspanya’da yüzde 2.3, Hollanda’da yüzde 2.4, İtalya’da yüzde 3, Amerika’da yüzde 3.9.
- Geri kalmış ülkelerde ise 15- 19 yaş aralığı kızlarda evlenme oranı şöyle: Şili’de yüzde 11.7, Azerbaycan’da yüzde 12, Arjantin’de yüzde 12.4, Peru’da yüzde 12.5, Lübnan’da yüzde 13.2, Mısır’da yüzde 15.9.
- Türkiye’de çocuk gelin oranı yüzde 15.5 olarak tespit edilmiş. Ancak bu oran gerçeği yansıtmıyor. Çünkü bu veri Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’nden alınan bilgilerle tespit edilmiş. Yani dini nikaha dayanan erken evliliklerin kaydı yok. Bunlar da eklendiğinde oranın yüzde 30 ila yüzde 35 arasında olduğu tahmin ediliyor.


Sultan Arınır’ın “Çocuk Gelinler” adlı belgeseline konuşan onlarca “Çocuk Gelin”in kendi sözleri ile yaşadıkları:

“12 yaşında evlendim. 13 yaşında da çocuğum oldu. Abim verdi beni. 6 milyon verip beni aldılar. Hiç sevgi görmedim. Hiçbir zaman... Eşim olacak adam hiç yanımızda olmadı. Çocuğumu yanıma koyduklarında onun ne olduğunu anlamadım. Sonra baktım, çok tatlıydı. Zaten ikimiz birlikte büyüdük.”

“Nikah memuru geldi. 'Bu çocuk' dedi. Kıymadı. Gitti. Sonra benim büyük abim var. Onunla beni ikiz gösterdiler. Yaşımı büyüttüler. Nikahı o zaman kıydılar.”
“12 yaşında çocuğum oldu. Çok küçüktüm, bakmayı bilmiyordum. Hiçbir iş yapmayı bilmiyordum. Çocuklara nasıl bakacağım? Nasıl kaldıracağım? İş nasıl yapacağım? Yemek nasıl yapacağım? Bilmiyordum. Hep ağlıyordum. Bana bir şey yapacak diye korkuyordum.”

“13 yaşında evlendim. Evleneceğimi bilmiyordum. Bir gün abim geldi 'Seni vermişiz' dedi. Abim evlenecekti, beni başlık parası için kurban etti. Kendi düğününü yapabilmek için. Kaçarım diye düşündüm. Sonra hastalandım, hamile kalmışım. Çocuk zor doğdu. Artık anne olmuştum, birkaç gün bakmadım ona. Sonra ağlarken acıdım.”

“Babamın çok yakın arkadaşının eşi hastaydı, ölecek dediler. Adam da babama 'Kendime nasıl bakacağım, bana kızını vermez misin?' demiş. Babam da verdi. Büyük, yaşlı adamla birlikte kalk, otur, odasına git. Vallahi de billahi de utanıyordum. Korkuyordum, utanıyordum, istemiyordum. Evin kerpiçleri altından da olsa hiçbir şeyin değeri yoktu gözümde.”

“Gelinlik giydirdiler, ‘Seni götüreceğiz’ dediler. Ben ‘Gitmem. Annemi bırakmam’ dedim. Babam ‘Evlenmezsen öldürürüm’ dedi. Evlenmek zorunda kaldım. Hiç sevmedim, sevemedim. Zaten çok şiddet gördüm. Dövüyordu beni. Bir keresinde bıçakladı.”

“13’ünde evlendim. Ama boşandım ve ikinci kez evlenmek zorunda kaldım. Babam beni eve almamıştı. Ama ikinci evliliğim güzeldi. Çünkü o vurmazdı bana...”

                                                         
UNUTMAYIN;
ANNELER VE BABALAR OLARAK BİRİNCİ GÖREVİMİZ,  ÇOCUKLARIMIZA ÇOCUKLUKLARINI YAŞAYABİLECEKLERİ BİR DÜNYA SUNMAKTIR.