10 Ekim 2012 Çarşamba

Bayan Hovanisyan'dan İyi Bir Uykunun Sırrı ...

Alis Hovanisyan her çarşamba sabahı olduğu gibi posta kutusunda kendini bekleyen zarfı alıp koşar adım üçüncü kata tırmandı. Kapısının önüne geldiğinde zarfı açmıştı, fakat içinde yazanı ancak kapıyı kapadıktan sonra okudu: "Hansard'dan İyi Bir Uykunun Sırrı." Alis Hanım her çarşamba günü bu mektupların kendine nereden geldiğini bilmiyordu.

Bundan bir yıl önce, 17 Eylül 1989'da ilk zarf geldiğinde üzerinde ne bir isim, ne bir adres ne de bir damga olduğundan postaneye boşu boşuna gitmişti. Apartmanın hemen altındaki balıkçıya, veterinere ve terziye apartmana giren birini görüp görmediklerini sorduğunda hiçbirinden yanıt alamamıştı. En çok da her gün çöpleri alan Işıl Hanım'dan şüphelenmiş, çeşitli kollardan sıkıştırmış, fakat bir şey bildiğine dair herhangi bir ipucu yakalayamamıştı. Bu mektupları gönderen her kimse muhakkak onun edebiyata olan düşkünlüğünü, fakat aynı zamanda iyi bir iz sürücü olduğunu da biliyordu. Gönderilen notların kitaplarla bir ilgisi olduğunu ancak birkaç tanesi biriktikten sonra anlamıştı. Okumakta olduğu bir kitabın içindeki cümlenin kendisine gönderilen notlardan biri olduğunu fark ettiğinde ister istemez araştırmaya başlamış ve kendini bu oyunun – ki ona göre bu bir işti – içinde bulmuştu. O zamandan beri her çarşamba gönderilen zarfları, kimden geldiğini umursamadan, heyecanla bekler olmuştu.

Alis Hovanisyan, otuz beş yıllık hayatında bir gün bile çalışmamıştı. Genç yaşından beri yalnız oturduğu bu evde sabahtan akşama kadar kitap okumaktan başka bir şey hemen hemen yapmazdı. Yemek yaptığı bile yoktu. Hem vakit kaybı olduğundan hem de yapılan yemeğin kokusu okurken dikkatini dağıttığından. Üst ve alt komşuların o kitap okurken pişirdiklerinin kokuları ya da temizlik esnasında çıkardıkları gürültüler onu çileden çıkarırdı, lakin onun nezdinde gidip bu hususta konuşmak bile vakit kaybıydı. Daha okunacak çok kitap vardı. Kurtuluş Caddesi üzerinde oturduğu için pencereleri ya da balkon kapısını her zaman mıh gibi kapalı tutardı, gürültü gelmesin diye. Öteberi, kitap almanın dışında bir tek gönderilen notların esrarını çözmek için dışarı çıkıyordu.

O gün de her zamanki gibi siyah pardösüsünü giydi, aynı renkte şapkasını taktı ve elinde yağmur ihtimaline karşı taşıdığı şemsiyesi, dışarı çıktı. "Hansard'dan İyi Bir Uykunun Sırrı" diye tekrar düşündü kendi kendine, notu okuduğu andan itibaren yaptığı gibi. Hansard tanımadığı bir yazar mıydı? Daha önce hiç duymadığı? Beyoğlu'ndaki sahaflara yollandı. Hepsi bir zamandır raflarına dadanmış olan bu genç, güzel kadının kendilerine selam vermemesine, fazla konuşmamasına, sadece sormak istediğini sorup, zaman zaman da bir kitabın parasını verip gitmesine alışmışlardı. Alis Hovanisyan araştırmasına en güvendiğinden başladı. Hayır, Hansard diye bir yazar hiç duymamıştı. Birkaç gün sorup soruşturup isterse ona haber verebilirdi. Telefon numarası bırakabilir miydi? "Hayır" dedi Alis, "Teşekkürler, acelem var." Bir diğerine gitti. "Uyku ya da uykusuzlukla ilgili kitabınız var mı?" "Olmaz mı?" dedi sahaf, tozlu masanın üzerine altı tane koydu. Şöyle bir karıştırdı Alis Hovanisyan, içinden iki tanesini seçip aldı. Tam kapıdan çıkarken cevabı tahmin ettiği halde sordu, "Hansard diye bir yazar tanıyor musunuz?" "Hayır" dedi adam. O uzaklaşırken adam hala arkasından konuşmaya devam ediyordu.

Alis Hovanisyan o gün eve geldiği andan itibaren, neredeyse hiç uyumadan, yolunun üzerindeki şarküteriye hazırlattığı sandviçler ile karnını doyurarak ve sadece arada bir boğazını yumuşatan kuşburnu çayını içerek iki gün boyunca sahaftan aldığı kitapları okudu. Tam umutsuzluğa kapılmışken, yanlış yerde iz sürdüğünü düşünmeye başlamışken ve uykusuzluktan gözleri kapanmak üzereyken okuduğu bir başlık onu kendine getirdi. Pickwick Sendromu. Bilhassa aşırı kiloluların olur olmadık her yerde, araba kullanırken bile uykuya dalabildiklerini anlatan bu sendromu okurken Alis Hovanisyan'ın zihninde birden şimşekler çaktı. “Mister Pickwick'in Serüvenleri”. Charles Dickens'ın bu ilk romanını okumuştu. Karakterlerden sürekli uyuyan şişman çocuğu hatırlıyordu. Adı neydi? Hızla yerinden kalkarken neredeyse sehpanın üzerindeki çayını deviriyordu. Etrafa dökülen birkaç damlayı umursamadan yerinden kalkıp raflarına gitti. Tüm yazarlar soyadlarına göre sıralıydı ve elbette Dickens da oradaydı. Pickwick, Pickwick, Pickwick... Kitabı açıp karıştırmaya başladı. Şişman çocuk Joe'yu hemen bulamadı. Kitabı neredeyse en baştan okuması gerekecekti, fakat sonunda aradığının ne olduğunu az çok biliyordu: Charles Dickens. Gönderilen not muhakkak onunla ilgiliydi. Yazarın böyle bir kitabı yoktu, ondan emindi. Hansard diye bir yazar da olmadığına göre... Şakaklarını ellerinin arasına alıp düşündü "Ne? Ne?"

Sabaha kadar uyuyamadı, yatakta dönüp durmak yerine “Mister Pickwick'in Serüvenleri”ni okumaya devam etti. Sabah olduğunda bir hayli ilerlemişti. Birkaç lokma bir şey yiyip, bir çay daha içtikten sonra tekrar pardösüsünü giyerek, şapkasını takarak ve şemsiyesini de ihmal etmeyerek dışarı çıktı. Harbiye'deki acentalardan birinden ertesi günkü ilk Londra uçağına yer ayırttı. Aradığını İstanbul'da bulamayacağını biliyordu.

Uçakta uyumayı hayal etmiş olmasına rağmen sadece yarım saat dalabilmişti. Geri kalan zamanda bu 850 sayfalık kitabı bitirmeyi aklına koymuştu. Pickwick'te uyku problemi olan sadece Şişman Joe değildi. Mister Pickwick de çok içtiği zamanlarda doğru düzgün uyuyamıyordu. Artık gönderilen ipucunun Dickens ile bir alakası olduğuna tamamı ile emindi. Acaba yazarın uyku problemi mi vardı? Gitmesi gereken yerin Dickens Müzesi olduğunu biliyordu. Havaalanından yine acenta aracılığıyla yer ayırttığı otele gitti. Eşyalarını yerleştirip bir duş alır almaz dışarı çıktı. "Kaybedilecek vakit yok" diyordu, "Bir dahaki çarşambaya kadar bu giz muhakkak çözülmeli." Otelin hemen yakınındaki bir kafede kahve içerek uykusuzluğunu bastırmaya çalıştı. Heyecanlıydı, ama yorgundu. Gözkapaklarında bir ağırlık hissediyordu. Belki "Hansard'dan İyi Bir Uykunun Sırrı" onun da bu yeni edinilmiş derdine deva olacaktı. Bir taksiye atladı ve "Charles Dickens Müzesi'ne" dedi. Daha önce de birkaç kez geldiği bu şehirde taksi şoförlerinin her yeri bildiğini öğrenmişti. Şoför dikiz aynasından Alis Hovanisyan'a baktı. "Ma'am" dedi, "Bugün Dickens Müzesi kapalıdır." Alis'in yüzündeki hayal kırıklığını fark etmemesine imkan yoktu. Genç kadın şimdi ne yapacağını bilmeden arabanın içinde oturuyordu. Araba ise mecburen hareket etmişti ve yönünü bilmeden gidiyordu. Şoför sordu, "Neden bu kadar üzüldünüz, yarın gidersiniz." "Vaktim yok" diye cevap verdi Alis. "Biliyor musunuz" dedi şoför, "Ben de Bay Dickens'i çok severim. Bizimkiler gibi zor yaşamları anlatmıştır. Fakirliği de en güzel o anlatır. Aslında onun hakkında o kadar çok şey biliyorum ki kitap bile yazabilirim." Alis Hovanisyan ilk kez hafif gülümsedi. Yorgun bir halde "Uyku ile ne alıp veremediğini de biliyor musunuz?" diye sordu. Sorusuna cevap beklemiyordu, fakat yanılmıştı. "Bunu sormanız çok tuhaf" dedi şoför, "Geçen gün başka bir müşterim anlattı, Bay Dickens'ın fena uykusuzluk problemi varmış. Yatağının başucu sadece kuzeye bakarsa uyuyabilirmiş. Bir de yatağının tam ortasına yatarmış. Ancak iki kolunu açıp, yanlara eşit uzaklıkta olduğundan emin olduğunda gözlerini kaparmış." Alis olduğu yerde doğrulmuş, yorgunluğunu bir kez daha unutmuştu. "Beni" dedi, "Londra Kütüphanesi'ne götürür müsünüz?" "Elbette" dedi şoför ve yolculuğun geri kalanında konuşmadılar.

Alis Hovanisyan taksiden inerken teşekkür etti ve verdiği paranın üzerini almadı. Kütüphanenin girişindeki beş basamağı koşarak çıktı. Görevliye nefes nefese "Charles Dickens'ın uykusuzluğu hakkında bir şey?" dedi. Görevli eliyle sakinleşmesini işaret etti. "Hanımefendi ne istiyorsanız lütfen tane tane söyleyin." "Charles Dickens'ın uyku problemi varmış, bununla ilgili bir kaynak var mı?" Görevli bir müddet düşündükten sonra bir karta bir şeyler karaladı ve Alis Hovanisyan'a kenarda oturmasını söyledi. Biraz sonra elinde yedi kitapla gelip bunları genç kadının oturduğu masaya bıraktı. “Aradığınızı belki burada bulabilirsiniz”. "Şuraya geçebilir miyim?" diye uzak bir masayı işaret etti Alis. Görevli başıyla onayladı. Saatler sonra hala orada olan Alis Hovanisyan üçüncü kitabın sayfalarını çevirirken Charles Dickens'ın evindeki kütüphaneden bahseden bir bölüme rastladı. Neler okumuştu Dickens, Alis merakına yenilip uykusuzluğuna ve aradığıyla alakası olmamasına rağmen okumaya başladı. Ve cevap burada karşısına çıktı. Charles Dickens 1851 yılında Londra'da Tavistock House denilen bir eve taşınmıştı. “Kasvetli Ev” ve “İki Şehrin Hikayesi” kitaplarını yazdığı evdi bu. Çalışma odasındaki kütüphanesinde bir kısmı doldurması için Thomas Robert Eeles adındaki bir ciltçiden kendisi için sahte kitaplar yapmasını istemişti. Bir mektupla kendi uydurduğu kitap isimlerinden oluşan uzun bir liste göndermişti. Hiçbir zaman yazılmamış ve yazılmayacak kitaplardı bunlar. Yaklaşık yüz kitaptan oluşan bu listedeki kitaplardan biri de "Hansard'dan İyi Bir Uykunun Sırrı"ydı. Alis Hovanisyan inanamayarak aynı sayfayı tekrar okudu, kitabı kapattı, başını masanın üzerine koydu ve görevli onu uyandırıncaya kadar derin bir uykuya daldı.

Aslı Perker Hikayesidir. 

16 Eylül 2012 Pazar

ANI YAŞARKEN ZAMAN DA KAYBOLMAYIN



"ANDA KALIN, ANIN TADINA VARIN"

Evet güzel bir şeydir bulunduğun anın farkındalığı ile tat alarak yaşamak; o anın güzelliklerini görmek, duygusunu hissetmek.
Ancak anda kalırken farkındalığınızı yitiriyorsanız ZAMAN ÇİZGİSİNİN İÇİNDEKAYBOLUYORSUNUS demektir.


Dış etkenlere göre nehirde sürüklenen bir yaprak gibi ; anın hazzına fazla kapılır önünü göremez ve seçim yapamaz olur kişi.
O yüzden, anı yaşarken bir andan diğer ana geçmesini ve seçmesini bilmek gerekir. Etrafında, içinde olup bitenin farkında olmak gerekir.
Zaman çizgisinin içinde olmak, tüm hayatınızı o an karşınıza çıkan ne varsa onun içine girerek diğer dünyayı umursamadan, fark etmeden yaşamanız demektir.


Kolay kolay program yapamazsınız, yapsanız da uyamazsınız, hep bir şeyleri kaçırırsınız, çoğu zamanda olmadık işler için fazla zaman harcarsınız. Ara sıra zaman çizgisinin dışına çıkıp etrafınızda olup bitenleri ve kendi durumunuzu gözlemleyebilmelisiniz.

Gireceğiniz anları seçebilirsiniz. Karşınıza çıkan işlere, olaylara, kişilere dalıp giderseniz kendi kontrolünüzü kaybedersiniz. Ara sıra kendinizi bir adım geriye alıp nerede durduğunuza ve nereye gitmek istediğinize bakabilirsiniz. Sonra da hangi ana girmek istiyorsunuz buna karar verebilirsiniz.
Tabii ki girdiğiniz andan çıkıp başka bir ana girmek de sizin kontrolünüzde olmalı.

-Düşünsenize işe gidiyorsunuz ve o gün bir kaç arkadaşınız arka arkaya sizi ziyarete geliyor. Siz de onları görme sevinciyle gün boyu onların anında kalıp günü bitiriveriyorsunuz.
Sonuç: daha önemli olan işleriniz aksadı.

-Ya da bu akşam dinlenmek üzere eve giderken bir telefon geliyor ” arkadaşlarla toplanıyoruz hemen gel” diyor. Hoooop o anın içine atlayıveriyorsunuz.
Sonuç: Dinlenemiyorsunuz.
Ne oldu? Ama eğlendim! Ama ihtiyacın olan eğlenmek değil dinlenmekti, peki ona ne oldu?

Asıl ihtiyacın giderilmemiş bir şekilde hala orada bekliyor.
Buna benzer pek çok ihtiyaç, istek, plan tamamlanmamış bir şekilde hayatınızda yarım kalarak bekliyor.

Bir andan diğer ana geçmeniz için hep başkaları, olaylar veya durumlar sizi yönlendiriyorsa büyük bir sorununuz var demektir.
Hiç bir zaman kendi hayatınızı yaşayamazsınız. Aslında bir şeyleri yakaladığınızı, zevk aldığınızı sanırken kendi hayatınızı ıskalarsınız.
Hayatta ne kadar çok seçeneğinizin olduğunu göremezsiniz. Kendi
vizyonunuz olamaz, olsa da hayata geçiremezsiniz.
Evet anda kalmak güzeldir ama anlarınızı kendiniz seçin, değerli anları seçtikçe değeriniz artacaktır.

Bugün kendinize bir iyilik yapın ve değerli bir anın tadını çıkarın :) Sadece istediğiniz, ihtiyacınız olan bir anı seçin ve yaşayın. Tabii ne zaman o andan çıkacağınızı ve hangi ana girmek istediğinizi de siz seçin.

Farkındalıklı AN’lar diliyoruz :)
NLP Uzmanı ve Yaşam Koçu Arzu Bıyıklıoğlu yazısıdır.

1 Eylül 2012 Cumartesi

"Sufle": Kesişen Yaşamların Romanı


"Dünyanın merkezi bilim adamlarının dediği gibi dev bir demir küre değil, her evin mutfağı."

"Lilia, suflesinin ortası her çöktüğünde kendi yaşamını görüyordu sanki. Kendi yaşamında da ne kadar çabalarsa bir anda ruhunun ortası çöküveriyor, hayat etrafına yıkılıveriyordu. İniş çıkışları efsane sufleden farklı değildi. Ne zaman fazladan sevinecek olsa bir anda bir mutsuzluk gelip kapısını çalıveriyordu."

Bu satırlar Türk edebiyatının genç yazarlarından Aslı E. Perker’in son kitabı Sufle’ye ait. Kitap bugüne kadar 9 dile çevrildi, birçok ülkede satışa sunuldu.

"Kitap en iyi dostumuzdur” deriz hep. Aslı Perker bunu bize bir kere daha kanıtlıyor. Her satırında biraz kendinizi, dostlarınızı belki de birebir kendi yaşamınızı bulacağınız bir romandan daha yakın kim olabilir size?

Kitabın kahramanları Lillia, Ferda ve Marc. Üçü de farklı şehirlerde hatta farklı zaman dilimlerinde yaşıyorlar ama paylaşma tutkuları onları farklı zaman dilimlerinde buluşturuyor. Yaptıkları suflelerin yirmi dört buçuğuncu dakikalarında. Bu süre suflenin orta noktasının çöküp çökmediklerini anladıkları süre oluyor.

Üç karakterin kendi hükümranlığını ilan ettiği 3 mutfak, ortak bir lezzet ile bağlanıyor birbirlerine. Hiç tanışmayan, fiziksel olarak kesişmeyen hayatlar her birinin ağzında benzer tatlar bırakıyor ve her bir malzeme hayatlarında yeni bir keşfe dönüşüyor.

New York sakini, Lillia, Manhattan'daki 'hareketli' hayatından önce, Filipinlerde gerçek ismini, Manggagaway'i geride bırakmış ve kaderini kendi çizdiği bir hayatın kahramanı olmuştur.
"Meleklerin uğramadığı yer" olarak tanımladığı doğduğu bu yerde yıllarca "parmak ucunda" geçirdiği bir hayata adeta mahkûm olmuş ve sınırları belirlenmiş yaşamı evin mutfağı olmuştur.
Kocası Arnie, eşini ne kadar sevse de onu sadece mutfakta geçen bu yaşama esir ettiğinin farkında değildir.
Lillia işte bu mutfakta başarana kadar vazgeçmemeyi, denemeye devam etmeyi öğrenmiştir.

İstanbullu Ferda'nın
keşifleri ve rutinlerle beslenen hayatı ise annesinin kalça kırığının beraberinde hayal kırıklıklarına ayrılmıştır. Yine de Ferda insanın "hayal kırıklıkları üzerinden beklentilerinin ne olduğunu daha iyi kavrayacağına inanan biridir. Ve bir gün karşısına, onu diğer kahramanlara bağlayan bir kitap çıkacaktır: Sufle."

Paris’teki kahramanımız Marc
bir ömür süreceğine inanarak tutku ve aşkla bağlı olduğu hayat arkadaşını, sevgilisini belki de en değerlisini Clara’yı tam da dünyalarının merkezinde kaybetmiştir.

Ölümü yaşayan bu adam girdiği derin hüznün yolculuğunda yaşayarak hayatı keşfetmeye karar verecektir. Ve keşfe "mutfak"tan başlar. Tarifler ve isimlerini yeni yeni öğrendiği malzemeler oyuncakları olacaktır.
Lillia ve Ferda'nın mutfak geçmişine sahip olmadığından Marc'ın suflesi öncelikle hayatının içinde pişecek ve uzunca bir süre "çöküşün gözleminden sonra, hayatı yemeklerine kattığı malzemelerin yanında, buluştuğu damaklarla, özenle hazırlanmış sofralarda kıvam bulacaktır."

Üç şehir, üç mutfak, tek lezzet. "Yaratmak", "keşfetmek" ve "ölüm" başlığında tanışmadan kesişen üç insanın hikâyesi burada başlar.
Leziz yemekler ve keyifli okumalar dileriz.

28 Ağustos 2012 Salı

Bir Gol Kraliçesi: Bilgin Defterli




Yeter ki yapmaya karar versin Türk kadını. Başaramayacağı hiçbir şey yoktur.

Bilgin Defterli, A Milli Kadın Futbol Takımımızın Kaptanı. 33 maç oynamış, 14 gol atmış. Milli takımda en az onun kadar başarılı 15 kadın daha var. Ama biz önce Bilgin’i tanıyalım.
1980 İstanbul doğumlu olan bu genç sporcu, futbol kariyerine 1996 yılında Dinarsu Spor’da başladı. Başarı grafiği tam yükselme gösterirken, Türkiye’de kadın futboluna ara verildi. Kulüpler kapatıldı, sözleşmeler iptal edildi.

Futbol aşkı ile tutuşan bu genç kadın, kendine bir CV hazırladı ve Almanya kadınlar ligi kulüplerine gönderdi. Yeteneğini, azmini hemen fark eden Bundesliga oldu.
Halen futbol yaşantısını Almanya’nın FC Köln takımında sürdüren Kaptan Bilgin Defterli ile Aslıhan Karlıdağ'ın yaptığı söyleşiyi paylaşıyoruz:

Futbola olan yeteneğini ilk ne zaman, nasıl ve kimin sayesinde keşfettin?
Yeteneğimi çok küçük yaşlarda kendim keşfettim diyebilirim. Yaklaşık 7-8 yaşlarında mahallede erkeklerle birlikte futbol oynardım. Mahalleler arası turnuvaları yapılırdı ve bu turnuvalarda yer alan tek kız çocuğu ben olurdum. Daha sonra ortaokul yıllarında, okullar arası futbol turnuvalarında erkek takımlarında oynamaya başladım. Okuldaki spor öğretmenlerimin ailemle konuşmasından sonra futbolcu olmaya karar verdim. 1996 yılında İstanbul takımı olan Dinarsu Spor kadın futbol takımına kayıt oldum.

Futbolcu olmayı seçtiğini söylediğinde ailenin ve arkadaşlarının tepkisi nasıl oldu?
Ailem sokaklarda ve okulda erkeklerle futbol oynamama karşı çıkıyordu. Çünkü çevremizdeki insanlar aileme sürekli "kız kısmı evde oturur, çamaşır yıkar, temizlik yapar. Ne işi var senin kızının erkeklerin arasında?" şeklinde konuşmalar yaparlardı. Ortaokuldaki spor öğretmenimin ailemle konuşmasından sonra futbol oynamama biraz daha ılımlı bakmaya başladılar.

Futbolcu olmak hayatını nasıl etkiledi?
Ben Ticaret Meslek Lisesi muhasebe bölümünü okudum. Belki o mesleği devam ettirseydim masa başında  bir iş yerinde çalışıyor olurdum; ama spor yapmayı çok sevdiğim için o meslekten vazgeçtim. Futbolcu olmaya karar verdim ve bu kararım hayatımı her anlamda çok değiştirdi. Futbol sayesinde dünyayı gezdim diyebilirim. Eğer muhasebeci olsaydım yaşadığım bu başarıları göremez, sizlerle paylaşamazdım.

Ağır idmanlardan dolayı vücudum bozulur diye düşündün mü? Birçok aile kızlarının erkek gibi görüneceğini düşünerek futbol oynamalarını istemiyor.
Hiçbir zaman vücudum bozulur diye düşünmedim. Ayrıca spor yapmak vücudu daha zinde tutar. Vücudum bozulur düşüncesi çok yanlış bence… Tabii ki şunu da eklemeliyim, bir kadın futbolcu sahanın içinde nasıl futbolcu kişiliğine bürünüyorsa saha dışında da kadınsı kişiliğini unutmaması gerekir.

Kadın futbol kapatılınca…

Sen Türkiye’de oynarken kadın futboluna ara verildi. Hiç “Bu iş burada bitti!” diye aklından geçirdiğin oldu mu?
İskenderun Sanayi Spor'da bir yıl futbol oynadıktan sonra sezon sonu İstanbul'a geri döndüm ve kadın futbolunun kapanacağını duydum. Bu beni o kadar çok üzmüştü ki hayallerimin o anda bittiğini düşündüm. Ama azmimi ve kendime olan güvenimi hiçbir zaman kaybetmedim. 8 yıl Türkiye'de kadın futboluna emek vermiştim ve başarılı bir oyuncuydum. Neden yurtdışı olmasın diye düşünüyordum hep. Daha doğrusu hayalini kuruyordum.


“Bundesliga’ya CV’mi gönderdim”
Sanırım yurtdışına transfer olan ilk ve tek kadın futbolcumuz sensin. Almanya’ya transferin nasıl gerçekleşti, biraz anlatır mısın?
Evet, yurtdışına transfer olan tek kadın futbolcu benim. 2002-2003 sezonunun sonunda Türkiye’de kadın futboluna ara verilince, Türkiye'de yaşadığım başarıları bir CV olarak hazırladım. Almanya'daki kadın takımlarına CV’mi gönderdim. Almanya’nın 1. Lig takımlarından olan FSV FRANKFURT kulübünden bana cevap geldi. Beni denemek üzere bir ay boyunca takımlarında idman yapabilmem için davet ettiler. Bir ay boyunca FSV FRANKFURT takımıyla idmanlara çıktım. Bu benim için bir sınav gibiydi ama ben bu sınavı başarıyla tamamladım. Ve benimle 2 senelik sözleşme yaptılar.

“Bundesliga’da kadın takımı zorunlu”
Almanya’daki kadın futboluyla Türkiye’yi kıyaslayabilir misin? Kulüplerin yapısı, tesisler, oyuncular ve insanların kadın futboluna bakışı arasında ne gibi farklılıklar var?
Mesela UEFA, AImanya’daki bütün Bundesliga erkek takımlarına kadın takımı kurma zorunluluğu getirdi. Şimdi Almanya’da bildiğiniz bütün takımların kadın takımı var. Türkiye'deki kadın futbol takımlarının çoğu belediyelere bağlı ve ligde uzun süreli kalamıyorlar. Her zaman söylediğim gibi Türkiye'de Süper Lig takımları kadın futbol takımı kurmadığı sürece kadın futbolu çok fazla ilerleyemez. İnşallah Almanya’daki uygulama Türkiye’de de gerçekleşir.

Almanya’da toplam 10 lig var ayrıca bölgesel ligler var. Neden Türkiye’de de olmasın?
İstiyorum ki kadın futbolu yaygınlaştırılsın ve reklamı olsun. Futbol Federasyonu bünyesinde de kadın futbolu üzerine bağlı bir yapı olsun ve bu desteklensin. Umarım Türk kadın futbol takımlarını daha iyi yerlerde görürüz. Oyuncu kalitesi olarak baktığımda Türkiye’de çok yetenekli oyuncular var. Fakat fizik ve kuvvet olarak Almanlardan çok eksiğiz. Bunu da düzenli idman yaparak giderebiliriz diye düşünüyorum.

Sözü milli takıma getirirsek; Türkiye Kadın Milli Takımı’nın kaptanı olarak milli takımımızın Avrupa Şampiyonası grup eleme maçlarını nasıl değerlendiriyorsun?

Zor bir gruba düştük. “Almanya-İspanya-Romanya-İsviçre-Kazakistan” olduğu bir grupta mücadele ediyoruz. Doğruyu söylemek gerekirse turnuvaya iyi başlamadık. Çünkü Türkiye’de ligler bu yıl geç başladı ve bundan dolayı çok sıkıntı yaşadık. Futbol yaşantısını Türkiye’de sürdüren milli takım oyuncularının idman ve maç eksiklikleri nedeni ile toparlanamadık. Ama şimdi daha iyiyiz, ligler başladı ve her hafta sonu maçlar var. Dediğim gibi ilerde daha iyi olacağız, sadece biraz sabır gerekli.
Tabii ki eksikliklerimiz var. Fakat şunu söylemeliyim ki inanın dünya çapındaki çoğu takım teknik olarak çok zayıf ama kondisyon ve kuvvet olarak çok iyiler. Bizim de en büyük eksikliklerimizden bir tanesi kuvvet. Ama bol bol kamp yaparak bu eksikliklerimizi giderebiliriz.

Türkiye’de kadın futbolunun ilk yıllarından itibaren yeşil sahalardaydın. Türkiye’de o günlerden bu yana kadın futbolunda neler değişti sence? Ya da değişen bir şey var mı diye mi sormalıyım?
Türkiye’de kadın futbolcular arasında erkeklere taş çıkartacak yetenekte oyuncular var gerçekten. Kadın futbolu çok büyük bir gelişme içerisinde. Okullarda daha da yaygınlaştı ve okullar arası turnuvalar yapılmaya başlandı. 2000 yılında ligde 14-15 takım vardı, şimdi ise 1. Lig ve 2. Lig olmak üzere takımlar çoğaldı. Bu da Türkiye'de kadın futbolu açısından sevindirici bir olay. Mesela son iki yıldır lig birincisi federasyon tarafından Şampiyonlar Ligi’ne gönderildi. En büyük değişim altyapıya inmeleri oldu bence…

Kadın futbolunu nerede görüyorsun? Sence insanlara kadın futbolunu daha çok duyurabilmek için neler yapılmalı?
Medyayı unutmamak gerekiyor tabii ki. En büyük desteğin onlardan gelmesi gerekiyor. Mesela burada kadın futboluyla ilgili her hafta dergiler çıkar ve toplantılar yapılır. Fakat Türkiye'de bir gazeteye çıkmak için ya bir kavga ya da bir olay olması gerekiyor. Türkiye'de kız çocukları ancak sokaklarda futbol oynayarak bir şeyler öğrenebiliyorlar. Türkiye’de o kadar çok yetenekli futbolcular var ki belki de bu yüzden fark edilmiyorlar. Oysa Almanya'da aynı yaş grubundaki kızlar sokak futbolundan çok kulüp düzeyinde futbol oynuyorlar.

Kadın futbolunun yavaş oynandığı ve hatta sıkıcı olduğu ile ilgili eleştiriler oluyor. Sen bu konuda ne düşünüyorsun? Sence kadınlar
daha küçük sahalarda daha hafif bir topla oynasalar maçların seyir zevki daha yüksek olur mu?
Ben öyle düşünmüyorum. Belki yavaş futbol oynanıyor olabilir ama sıkıcı olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Kadınlar daha küçük sahalarda daha hafif bir topla oynasalar bence maçlar asıl o zaman daha sıkıcı olur. Çoğu erkek futbol oynamasını bilmiyor, peki buna ne demeli?

Futbolcu olmak isteyen kızlara ne önerirsin? İyi bir futbolcu olmak için neler yapmaları gerekir?
Her zaman şunu belirtmek isterim, tabii ki insan sevdiği işi yaparsa daha mutlu olurmuş. Ama eğitimi de unutmamak gerekiyor. Futbol bir heyecan, bir tutku belki ama her şeyin başı sonu eğitimden gelir. O yüzden başarabiliyorlarsa futbol hobi, eğitim ön planda olsun derim. Futbolcu olmak isteyen kızlara, hedefleri, hayalleri olduğu ve onları destekleyenler bulunduğu sürece başarı sağlayacaklarını söyleyebilirim. Hedeflerini belirlesinler ve sonuna kadar gitsinler. Ama burada en önemli görev ailelere düşüyor. Futbol oynamak isteyen kızlara engel olmasınlar. O kızlar da özgürce, istedikleri gibi futbol oynasınlar. Türkiye'de, futbolcu olmak isteyen kızların ailelerine beni anlatıyorlarmış. Röportajlarımı ailelere okutuyorlarmış. Ailelerden çok olumlu tepkiler alınıyormuş. Bunları duyunca ben de çok mutlu oluyorum.

23 Ağustos 2012 Perşembe

Aşk'a 5 Kala...



"Ne olur 5 dakika seni göreyim" diye başlayıp, "Bütün hayatım sen değilsin" diye biten bir duygulanım bozukluğunun altından çıkmıştım... Hak etmediğine kavuşmanın sevinciyle göklerde dolaştırılmış, sonra artık kazanılacak bir zafer kalmadığından, yerin altına sokulmuştum. Yıldızlarla kurtların bile benim yerimin neresi olduğu konusunda kafası karışmıştı. "Yine mi sen?" diye karşıladıkları beni, aralarına almak istemiyorlardı artık. "Ya bak, bunu hak ettiğini düşünüyorsan başka ama asıl yerinin adam akıllı birinin gönlünün başköşesi olduğunu görmüyor musun?" diyorlardı. 

Ve evet. Aşkla randevu filminde olduğu gibi... Siber alemde aranan aşkın aslında yanı başında olduğunu göremeyenler arasındaki yerimi değiştirme zamanının geldiğinin bana hatırlatılmasının zamanı gelmişti.
Sevgili bulmanın hiç bir zaman kolay olmadığını gören, otuz küsur yaşındaki anaokulu öğretmeni Sarah Nolan (DIANE LANE) zamana karşı sürdürülen ruh eşi arayışını bir parça aşağılanma, iki parça kötüye gidiş ve talihliye sunulmuş bir tutam şans olarak görür, ‘doğru’ kişiyi arkadaş ve akrabaların zorlamaları arasında bulamayan Sarah, internet üzerinden sevgili bulma arenasına katılır. İnternet aleminde kendine yeni bir erkek arkadaş arayışına giren Sarah, bu arada öğretmeni olduğu bir öğrencisinin bekar babasına da ilgi duymaktadır. Bir gün internetten karşılaştığı Jake Anderson ile parkta köpek dolaştırırken tanışır. Aklı öğrencisinin babası Bob ile ve Jake arasında gider. Jack de bu arada Sarah'dan hoşlanmıştır lakin onu başkasıyla görünce uzaklaşır.

Kız kardeşlerinin siber buluşma adımını atması için aşırı istekli olan Carol ve Christine, Sarah’nın adını kullanarak onun bilgilerini perfectmatch.com’a (mükemmel eş.com) yazmakla kalmaz, bir de baştan çıkarıcı bir not düşerler: “Şehvetli, seksi, baştan çıkarıcı ve eğlenceli. DWF yıldızlı geceleri paylaşacak özel bir erkek arıyor. Köpekleri sevmesi şart”.
Fakat Sarah bir dizi traji-komik ve uyumsuz eşleşmelere ve web sitesinin önerdiği bir dizi istekli talibe maruz kalmasından ardından, bir de ‘belki mümkün’ bir adaya rastlar. Anlaşılması zor ama ilginç biri olan tekne üreticisi Jake Anderson (JOHN CUSACK) ile tanışır. Jake'in aşırı duygusallığı, Sarah’ı öğrencilerinden birinin eşinden henüz ayrılmış babası Bob Connor (DERMOT MULRONEY)'a iter. Çekici ve rahat bir tip olan Bob, adetâ sipariş üzerine yapılmış, mükemmel bir adamdır… Fakat film, akıllarında birbirleri olan çiftin (Sarah ile Jake) kavuşmalarına yol açan trajikomik olaylar zinciri ile son bulur.
 
2007'den beri aklının bir köşesinde yatıyor olmak, filmin bana vermeye çalıştığı mesajla aynı nitelikte. Meğerse, tokalaşma sırasında bana eğilip, kendini çekmenin sebebi de aklımda başkasının olduğunu düşünmenmiş...Aslında bilmelisin ki, hayatımın ayrılmaz parçası olan sensin, konuşmamız sırasında sözcüklerimin ses tellerimi okşayarak geçmesinde, parmaklarımın zarif görünmek adına incelmesinde, omuzlarımı çökerten, dizlerimi kıran, kafamın önde, gözlerimin yerde, ellerimin cepte olduğu duruştan, dik ve simetrik bir yürüyüşe geçmemde, arabaya binerken ve inerken kapımın açılmasını beklememde, yemek yerken çatal ve bıçağın sessizliğe gömülmesinde, kendimi prenses gibi hissetmemi sağlayan; kibar, ihtimamlı ve incelikli olan ziyafetlerin tümünde sen varsın. Bu yüzden çamurun içinde büyüttüğüm bir devsin sen. Çingene’nin kulağındaki altın küpesin...Porselenin üzerindeki motifsin...Yanaktaki gamzesin...Çatıdaki karsın...Fikrimin ince gülüsün...

Bir akşam yemeğinde, beni neden tercih edeceğini sormuştum... Aldığım yanıtı, tarihe geçmesi açısından paylaşmak istiyorum:
1- İnsana değerli olduğunu hissettiriyorsun.
2- Şahsına münhasırsın.
3- Matrak tarafını seviyorum.
4- Kendisiyle kolay diyalog kurulabilir bir insansın.
5- Güzel bir kadınsın.
6- Söz dinler bir intiban var, söylenen şeyi ciddiye alıyorsun.
7- Anlayışlı bir insan izlenimi veriyorsun.
8- Derin bir tarafın var.
9- Açık sözlüsün.
10- Duygun var- duygu sahibisin.

Aklımın arka koltuğunda yolculuğu tamamlaman ve bundan gocunmaman sana şunu kazandırdı, herkes bir yerlerde indi, zorla indirildi ama seninle yolculuğumuz devam ediyor ve hatta sen içinde bulunduğumuz aracı bile eskittin, dağıttın... Bu yol, elele vermiş iki insanın gidebildiği yere kadar uzayacak...

Hülya Okur yazısıdır.